-Çavuş, paraşütüm açılmıyor!!!
-Evladım, boynuna neden sardığını bilmediğim o atkıyı değil, paraşütün ipini çekeceksin!
Bir Alman, bir Fransız ve bir Amerikalı... Planlı bir şekilde aynı bara gitmemişler belki ama hikaye bu ya, aynı ortamda bulunuyorlarmış. Alman, İkinci Dünya Savaşı’nda nasıl direndiklerini ve başarılarını anlatmaya çalışırken, Amerikalı biraz ileride, sağda oturmakta olan güzeli gözüne kestirmiş. Sarışın bir afet olarak nitelendirilebilecek bu kızı inceden süzüyormuş. Fransız ise Almanı dinliyor gibi gözüküyor ama tamamıyla başka bir dünyada, elindeki kruvasanı dişliyormuş.
Neden sonra Amerikalı Alman’a çıkışmış: “Ağzınızı yüzünüzü dağıttık, hala gelmiş burada konuşuyorsun! Nasıl bir insansın sen arkadaşım?!” Alman’ın gözleri alev alev parlarken Fransız Chevignon’unu yudumluyormuş. “Tabii ki bizim yaptıklarımız ve gerçekleştirdiklerimiz gerçek birer başarıydı. Neredeyse dünya düzenini değiştiriyorduk. Fransızlar ’ı dikkate almıyorduk zaten. Tek başıma bile tüm Fransız Ordusu’nun üstesinden gelebilirdim. Siz Amerikalılar, üşenmediniz; onca yol katedip bizimle uğraştınız. Ne görgüsüz, ne hırslı, ne vurdumduymaz insanlarsınız siz be?!”, sözleri, Alman’ın ağzından alev gibi püskürmüştü adeta. “Onu bunu bilmem koç; nasıl kırdık kafanızı, nasıl mahvettik planlarınızı ama...” diyerek kahkahalara boğuldu Amerikalı. Alman’ın sabrı kalmamıştı artık; yerinden kalktığı gibi Amerikalı’nın kesmekte olduğu kızın yanına gitti ve Amerikalı’ya bağırdı: “Saatlerdir bakmakta olduğun bu kız benim kızım. İki üniversite bitirdi ve şu anda doktorasına devam ediyor. Bizim halkımız artık daha iyi bir dünya düzeni için faydalı işlerle uğraşıyor. Siz ise onlarca yıl önce paraşütlerle Fransa’ya indiğiniz gibi şimdi de sizinle uzaktan yakından ilgisi olmayan yerlere elinizi uzatıyor ve dünyayı felakete doğru sürüklüyorsunuz!” Amerikalı söyleyecek söz bulamazken Fransız bar sandalyesinin üzerinde sızmış ve çoktan Fransa’nın dünyanın egemeni olduğu günlere doğru bir seyahate çıkmıştı...
“MARKETPLACE”, BİR SÜPERMARKET ZİNCİRİ ADI DEĞİLDİR
Call of Duty’nin hükümdarlığında ilerleyen İkinci Dünya Savaşı FPS’leri, Medal of Honor ile başlamıştı bildiğiniz gibi. MoH ekibinden ayrılan bir grup daha sonra Call of Duty’yi ortaya çıkarıp, PC’ye uyarlamışlar ve satış listelerinde tavan yapmışlardı. EA’in bu savaştan kolay kolay vazgeçmeyeceğini de göz önünde bulundurarak, art arda çıkan Medal of Honor oyunlarına neredeyse her sene maruz kalmaya devam ettik. Geçen yıllarda PC’de bir hayli beğenilen Allied Assault’tan sonra PS2’de Vanguard’la tanıştık fakat bu oyundan pek tatmin olmadık. Gözlerimizin PC ve yeni nesil konsollar için bir MoH aramaya başladığı sırada da Airborne -ve bir ton Amerikan askeri- tepemize indi. Oyunu oynamadan önce o kadar fazla bilgi ve görsel malzeme elimize ulaşmıştı ki oyuna kendimizi bıraktığımız anda evimizdeymiş gibi hissettik: Kahverengi ve gri tonlarla bezenmiş olan haritalara indirme yapıp, Thompson, M1 Garand ve MP40 gibi silahları tekrar elimize aldık. Elbette ki Alman askerleri bizi defetmek için bir kez daha ant içmişlerdi. Tekrar bu savaşı yaşayacağım için çok mutluydum ama kısa bir süre sonra bu mutluluk yerini bazı şüphelere bıraktı.
Daha yazının başından moralinizi bozmak, sizi bu oyundan soğutmak gibi bir amacım yok. Hatta Airborne’un kötü bir oyun olduğunu da söylemeyeceğim. Ancak PC’deki bir oyunun görselliğinden tatmin olmayınca ve o oyunun aslında bir konsol devşirmesi olduğunu fark edince insan biraz hayal kırılığına uğrayabiliyor.
Normalde PC için özel olarak hazırlanmış olan oyunlarda V-Sync ayarlarından tutun; Anti-aliasing’e, gölge ayarlarına kadar her türlü ayarlamayı yapabilirsiniz. Hatta grafik ayarları konusunda çok fazla özgürlük sunan bir oyunda bu eylem biraz sıkıcı bir hal bile alabilir. Airborne ise sizi sadece ekran çözünürlüğü ve belli başlı birtakım genel ayarlarla baş başa bırakıyor. Ancak tüm ayarları “Full”e getirseniz bile yeterince tatmin olmuyorsunuz.
Görsel kalitenin detaylarda gizli olduğunu düşünebilirsiniz belki ama maalesef öyle bir şey de mevzubahis değil. Açıkçası, tüm askerlerin “Ragdoll” tekniği ile modellenmiş olmalarından dolayı eskisine göre daha gerçekçi bir şekilde vefat etmelerini hesaba katmazsak, bu oyunda görsel anlamda hiçbir yenilik yok diyebilirim. Durum o kadar vahim ki arkasına saklanmakta olduğunuz ahşap bir kutunun hemen yanında bir el bombası patlasa bile ne o kutu dağılıyor, ne de size bir şey oluyor. Üstelik bu, çevredeki her türlü obje için geçerli. Roketatarla yarısı yıkılmış olan bir kolona ateş edip, o kolonun hiçbir şey olmamış gibi yerinde durduğunu görünce hayal kırıklığına uğramak kaçınılmaz oluyor; özellikle de “yeni nesil” bir oyunda...
Airborne’un bir konsol oyunu olarak tasarlandığını ve PC’ye uyarlandığını düşünerek grafik konusunu kapatıyorum. Zaten EA’in -en azından bu oyunda- grafiksel anlamda oyun dünyasına müthiş yenilikler getirme gibi bir iddiası da yok. O yüzden gelin, biz oynanışa geçelim; biraz moralimiz düzelsin.
İSTEDİĞİM YERE İNERİM BEN ARKADAŞ!
Oyunların bölümlere ayrılmış olmaması kaosa mı neden olur, yoksa oynanışı serbest mi kılar; bu konuda kararsızım fakat bu oyunda bir kez daha İkinci Dünya Savaşı’nın birçok bölüme ve göreve ayrıldığını görüyoruz. Yalnız bu defa önümüzde üç tane Amerikan askeri ve arkamızda iki araçlık bir konvoy ile Fransa şehirlerine girmiyoruz. Sürekli taban tepmek yerine, oyuna adını veren özellik sayesinde her bölüme paraşütle atlayarak başlıyoruz. Bölümler birçok görev içerdiği ve oyun nispeten özgür bir oynanış sunduğu için paraşütümüzü istediğimiz yöne çekiştirerek dilediğimiz bölgeye inebiliyoruz. Yalnız “güvenli bölge” adıyla işaretlenmiş olan ve yeşil işaret fişeğiyle renklendirilen alanlara inmezseniz yoğun Nazi ateşiyle karşılaşabilirsiniz ki bu konuda çok dikkatli olmanızı tavsiye ederim. Nitekim yanlış bir noktaya indiğinizde, Naziler, karakterinizi çabucak eleğe çevirebiliyorlar.
Yine sizin yeteneğinize bağlı bir şekilde başarıyla ya da yere kapaklanmayla sonuçlanacak olan “paraşütle inme aktivitesi”nin hemen ardından ilk görevinizi alacaksınız. Durmaksızın “Şuraya git, şunu patlat, o bölgeyi koru, onu getir, bunu götür” gibi emir kipleriyle ifade edilen görevler aldığınız için de kendinizi hiçbir zaman ortalıkta boş boş koştururken bulmuyorsunuz. Bu görevleri tamamlamaya çalışırken zorlanmamak için şu tavsiyelerimi dinlemenizi öneriyorum: Sakın iki silahınız da makineli olmasın. Kendinize bir adet makineli, bir adet de uzun menzilli silah alın. Bombalarınızı savruk kullanmayın ama gerektiğinde kalabalık grupları ve iyi siper almış olan Naziler’i havaya uçurmak için kullanmaktan da kaçınmayın. Her bölümde size eşlik eden Amerikan askerleri, MG42 gibi ağır makinelilerin yaylım ateşine maruz kalırlarsa sizinle birlikte ilerleyemeyeceklerdir. Bu yüzden ya Springfield’ınızla dalışa geçin ya da “koşma” tuşuna parmağınızı basılı tutup, stamina barı tükenmeden MG42’nin yanına ulaşın ve hızlı bir şekilde silahı kullanan askeri ortadan kaldırın. Böylece arkadaşlarınıza yol açmış olacaksınız. Dikkatli bir biçimde ilerlemek başarısız olmanızı engelleyecektir fakat zaman zaman silah yeteneğinize güvenip kendinizi Nazi askerlerinin arasına atmak da iyi bir çözüm olabilir. (Bunu sakın oyunun zorluk seviyesini yukarıya çektiğinizde denemeyin.) Kullandığınız silahlarla ilgili de söyleyeceğim bir şey var: Sakın kıtlıktan çıkmış gibi sürekli silah değiştirmeyin arkadaşlar. Örneğin; ilk defa elinizi sürdüğünüz bir Thompson, oynayıp seviye atladıkça çok kullanışlı bir hale gelebiliyor. Bu nedenle belirli silahlarda uzmanlaşmak, oyunun ilerleyen safhalarında işinizi büyük ölçüde kolaylaştıracaktır.
ÇIKMAZ SOKAK
Bahsi geçen “bölüm içinde özgürce dolaşma” özelliği aslında göründüğü kadar “özgür” değil. Çoğunlukla bir görevi tamamlamanın tek yolu bulunuyor ama o görevin bitişini tetikleyen olaya ilerleyişiniz çok basit çözümlerle çeşitlilik kazanıyor. Örneğin; bir Nazi komutanını öldürmeniz istendiğinde, dilerseniz onu koruyan tüm askerleri öldürebilirsiniz. Ama eğer yeterince yetenekliyseniz, tabana kuvvet, soluğu komutanın yanında alır ve onu öteki dünyaya yollayarak görevi tamamlayabilirsiniz.
İşin özü, Airborne’un haykırarak ve dünyanın en büyük yeniliğiymiş gibi lanse ederek seriye eklediği “Paraşütle atla, istediğin bölgeye git, savaşı dilediğin gibi şekillendir” formülü pek de dikkat çekici değil. Bu oyunu yine MoH’un dengeli ve eğlenceli aksiyonunu sevdiğiniz için oynayacaksınız. Oyunun geri kalanında ise yine aynı İkinci Dünya Savaşı, yine aynı görevler ve yine aynı sıkıcı Alman askerleri bulunuyor. “FPS!” diye yanıp tutuşmuyorsanız ve İkinci Dünya Savaşı oyunlarından ikrah geldiyse, bu oyunu rahatlıkla es geçebilirsiniz; es geçip Bioshock oynamaksa vereceğiniz en yerinde karar olacaktır kanımca. Airborne’a veda ederken EA’in bir sonraki MoH projesinde bize neler sunacağını gerçekten merak ettiğimi belirtmek istiyorum. Belki de artık bu seriye bir nokta koymanın vakti gelmiştir; ne dersiniz? (O kadar klişe bir insanım ki...) (Gerçekten öylesin! - FFA)
LEVEL NOTU: 78